Açık Radyo'da Tiyatro: Ağzı Çiçekli Adam

-
Aa
+
a
a
a

Ölümünün 70. Yılında Luigi PirandelloAğzı Çiçekli Adam

 

Çeviren: Egemen Berköz

Yöneten: Yiğit Sertdemir

 

Müzik: Pyotr İlyiç Çaykovski, Claude Debussy, Giovanni Sollima 

Ses Tasarım Ve Uygulama: Deniz Koloğlu

Danışman: Eraslan Sağlam

Asistanlar: Gülhan Kadim  Ve Aslı Can Kortan

 

Oyuncular:

Ağzı Çiçekli Adam: Yiğit Sertdemir

          Sessiz Müşteri: Onur Tuna

 

 

 

Efekt: Uzaklaşan bir trenin sesi duyulur. Sessiz müşterinin ayak sesleri duyulur.   

        

Ağzı Çiçekli Adam: Sanırım son treni kaçırdınız?

 

Sessiz Müşteri: Bir dakika yüzünden, biliyor musunuz! İstasyona giriyorum ve trenin kalktığını görüyorum.

 

Ağzı Çiçekli Adam: Arkasından koşabilirdiniz!

 

Sessiz Müşteri: Doğru! Elim o paketlerle dolu olmasaydı, yeterdi! Bir eşeğinkinden    çoktu yüküm! Ama kadınlar - sipariş... sipariş... - bitmek tükenmek bilmez. Tam üç dakika uğraştım, arabadan indikten sonra, bütün o paketlerin ilmeklerini parmaklarıma geçirebilmek için; parmak başına iki paket.

 

Ağzı Çiçekli Adam: Aman ne hoş! Ben olsaydım ne yapardım, biliyor musunuz? Hepsini arabada bırakırdım.

 

Sessiz Müşteri: Peki ya karım? Ya kızlarım? Ya bütün o arkadaşları, ahbapları?

 

Ağzı Çiçekli Adam: Bas bas bağırırlardı! Çok eğlenirdim doğrusu!

 

Sessiz Müşteri: Tabii siz kadınların yazlıkta ne biçim şeyler olduklarını   bilmiyorsunuz.

 

Ağzı Çiçekli Adam: Nasıl bilmem! Hem de çok iyi bilirim, onun için diyorum ya, giderken hiç bir şeye ihtiyacımız olmayacak derler.

 

Sessiz Müşteri: Evet. Müzik...Gittikten sonra da ‘ufacık bir şeye ihticamız var dedikleri zaman altından neler çıkmaz. Bazen yazlığa tasarruf yapmak için gittiklerini bile söylerler. Sonra ufacık, kirden tahtaları kararmış bir köy evine girdikleri zaman, orasını tertemiz, zengin, göze çarpar bir hale getirmek için de ellerinden geleni yaparlar. Ve o zaman başlarlar. Ama kadınların işleri güçleri budur diyeceksiniz. “Ah şekerim şehre kadar bir uzansan, bir iki şeye ihtiyacım var”. “Evet” dedin mi siparişlerin arkası kesilmez. “Filanca da şunu rica etti. Yandaki komşu da bir iki ufak şey istiyor”. Kabul etmişim gibi de devam ederler. “Madem gidiyorsun, geçerken şunları da alıver, şuralara da uğrayıver...” Sorarım size; şehirde kalacağınız 3 saat içinde bu kadar şeyi nasıl alırsınız?... Buradaki evin anahtarlarını da almadım. Treni kaçırdım... Şimdi işin   yoksa kahve köşelerinde üç saat pinekle bakalım.

 

Ağzı Çiçekli Adam: Peki, niye bir otele gitmediniz?

 

Sessiz Müşteri: O bir yığın paketi istasyonda, emanete bıraktım ve gidip bir lokantada akşam yemeği yedim; sonra da can sıkıntısından tiyatroya gittim. Sıcaktan bayılacaktım. Çıkışta, ne yapayım diye düşündüm. Saat on iki olmuş bile, ilk trense saat dörtte. Üç saatlik uyku için otele para vermeye değmez dedim ve buraya geldim. Bu kahve sabaha kadar kapanmıyor, değil mi?

 

Ağzı Çiçekli Adam: Kapanmaz, merak etmeyin. Demek bütün paketleri emanetebıraktınız?

 

Sessiz Müşteri: Evet. Niye soruyorsunuz? En sağlam yer orası değil midir? İyi de bağlamışlardı.

 

Ağzı Çiçekli Adam: Yo, yo, bunu demek istemedim! Genç satıcıların o kendilerine özgü, satılan malı sarma sanatları... Ne eller! Geniş, çift kat, kırmızı, yumuşacık bir kâğıt... Yalnızca  görmesi bile bir zevk... Serin okşayışını duyumsamak için yüzünü süreceği gelir insanın, öylesine düz... Kâğıdı tezgahın üstüne yayar ve güzelce katlanmış, hafif kumaşı kibar bir kesinlikle kâğıdın ortasına yerleştiriverirler. Ellerinin sırtıyla, kâğıdın bir ucunu alttan kaldırır, sonra öteki ucunu üstüne getirirler; ve bir de ağız bırakırlar burada, kıvrak bir incelikle; sonra kâğıdı diğer iki yandan, üçgen biçiminde katlar, iki ucunu alta kıvırır ve sicim kutusuna uzanırlar; bağlamaya yetecek kadar çekip alır ve öylesine çabuk bağlarlar ki onların bu ustalığına hayran olacak zamanı bile bulamadan, paketi, parmağınızı geçireceğiniz ilmiği de hazır olarak, size sunduklarını görürsünüz.

 

Sessiz Müşteri: Ee, tezgahtar gençleri epey incelediğiniz belli.

 

Ağzı Çiçekli Adam: Ben mi? Günlerimi böyle geçiririm. Bir dükkânın vitrini önünde bir  saat kımıldamadan durup içeriyi seyredebilirim. Kendimi unutuyorum. Şeymişim gibi geliyor bana... o kumaş... Gerçekten ordaki o ipekli kumaş, o püskül, o kırmızı yahut mavi kurdele olmak isterdim... Hani tezgahtarlar metreyle ölçtükten sonra, - nasıl yaparlar, gördünüz mü hiç? - kâğıda sarmadan önce sol    ellerinin başparmağıyla serçeparmağına toplayıverirler ya.

Koltuklarındaki, ellerindeki ya da ilmiklerinden parmaklarına taktıkları paketle dükkândan çıkan erkek ya da kadın müşterilere bakıyor, görünmez oluncaya kadar izliyorum onları, gözlerimle... düşler kurarak. Uuu, neler kuruyorum, bir bilseniz! Nerdeee?

Çok önemli bunlar, çok...

 

Sessiz Müşteri: Peki niye önemli bütün bunlar?

 

Ağzı Çiçekli Adam: Çünkü, ancak düş kurarak hayata bağlanabiliyorum. Tıpkı bahçe parmaklıklarına sarılan bitkiler gibi... (sessizlik)İnsan düş gücünü daima kullanırsa tanımadıklarnın hayatına bile sahip olabiliyor. Zaten tanıdıklarımın hayatı beni hiç ilgilendirmez. Düş gücümün nasıl çalıştığını bir bilseniz. Şunun, bunun, ötekinin evini bile gözümün önüne getirebiliyorum. İçine yerleşiyorum. O hayatın sahibiyle alın yazımı paylaşıyorum. Biliyor musunuz bazen o evin kokusunu bile duyarım. Her evin kendine özgü bir kokusu vardır. Benimkinin, sizinkinin... kendi evinizdeki kokunun farkına varamazsınız... Bu sizin hayatınızın kokusudur çünkü anlıyor musunuz? Galiba anlıyorsunuz?

 

Sessiz Müşteri: Evet. Düş kurmaktan büyük bir keyif alıyor olmalısınız.

 

Ağzı Çiçekli Adam: Keyif mi? Ben mi?

 

Sessiz Müşteri: Öyle... Değil mi?

 

Ağzı Çiçekli Adam: Söyleyin bana, hiç iyi bir doktora gittiniz mi siz?

 

Sessiz Müşteri: Ben mi? Hayır. Niçin? Hasta değilim ki.

 

Ağzı Çiçekli Adam: Telaşlanmayın. Böyle bir doktorun bekleme odasını gördünüz mü    diye    soracaktım. Hani şu hastaların muayene sıralarını bekledikleri.

 

Sessiz Müşteri: Ha, anladım. Kızlarımdan birini götürmüştüm. Sinirleri bozuktu.

 

Ağzı Çiçekli Adam: İyi. Onu bilmek istemiyorum. O odalar...

Dikkat ettiniz mi? Koyu renk, eski biçim bir kanepe... Birbirine  benzemeyen, kimileri minderli iskemleler... O zavallı koltuklar... Gelişigüzel satın alınmış, elden düşme, müşteriler için oraya konuvermiş eşyalardır bunlar; hiçbiri evin değildir. Doktor beyin kenoisi için, eşinin arkadaşları için  başka bir salonu vardır... Zengin ve güzel. Bu derme çatma, orta halli mobilyayla idare edilen bekleme odasında, evden getirilecek birkaç iskemle ya da koltuk kimbilir nasıl sırıtırdı! Kızınızla birlikte gittiğiniz zaman, sıranızı beklerken oturduğunuz iskemleye ya da koltuğa dikkat ettiniz mi?

 

Sessiz Müşteri: Ben mi? Hayır. Gerçekten...

 

Ağzı Çiçekli Adam: Ya, sahi, hasta değildiniz... Hastalar da dikkat etmezler. Hastalıklarıyla uğraşmaktan...

Bazıları da, oturdukları koltuğun koluna anlamsız biçimler çizen     parmaklarına dalıp giderler. Düşünür ve hiçbir şey görmezler.

Doktorun yanından çıkınca, bekleme odasından geçerken, az önce,   henüz bilmediğiniz hastalığınızı öğrenmek için beklerken oturduğunuz iskemleyi, üstünde yine kendi bilinmeyen derdine dalmış bir hastayla, ya da boş, böyle bir hastayı beklerken görmek ne etkileyicidir, değil mi? .....

Ne diyorduk? Haa, tamam... Düş kurmanın keyfi. - Kimbilir niçin,  hastaların sıralarını beklediği doktor bekleme odalarındaki bir iskemleyi düşündüm hemen!

 

Sessiz Müşteri: Öyle... Gerçekten...

 

Ağzı Çiçekli Adam: Bir ilişki görmüyor musunuz? Ben de.

Fakat, birbirinden çok uzak bazı çağrışımlar her birimiz için öylesine özellikler taşır ve öylesine özel deneyim ve nedenler sonucu doğmuşlardır ki konuşurken onları kullanmaktan sakınmasaydık birbirimizi anlayamazdık. Bu benzetmelerden daha saçma bir şey olamaz! Ama ilişki şu olabilir belki, bakın: - İskemleler de, üstlerinde oturup doktorun yanına girmeyi bekleyen hastanın kim olduğunu, derdinin ne olduğunu, nereye gideceğini, burdan çıktıktan sonra ne yapacağını düşlemekten keyif alabilirlerdi. - Ne keyfi, canım! Ben de öyle: Keyif filan aldığım yok! Bir sürü hasta geliyor, onlarsa hep orada, oturulmak için dururlar, zavallı iskemleler! Eh, benimki de buna benzer bir uğraş işte. Kâh şu uğraştırır beni, kâh bu. Şimdi de siz uğraştırıyorsunuz işte ve kaçırdığınız trenden, yazlıkta sizi bekleyen ailenizden, sizde varolduğunu düşünebileceğim dertlerden keyif filan almadığım da kesin.

 

Sessiz Müşteri: Ah, ne çok derdim var, bir bilseniz!

 

Ağzı Çiçekli Adam: Tanrıya şükredin, yalnızca böyle dertlerse.

Beterin beteri vardır.

Başkalarının hayatına düş gücü ile bağlanmam gerekiyorsa, ama o da böyle zevksiz olarak bağlanmak; bu hayatın anlamsızlığını, saçmalığını bütün gücümle duymak ve onu önemsememek içindir. (kederli bir öfkeyle) Nasıl olduğunu bilmeyiz, bilmeyiz ama ağzımızın içinde hayatın tadını duyarız hep. Hayat hayat oldukça kendi kendinden ne bıkıyor ne de usanıyor. Onun tadı bu bir sürü anılardan geliyor ve bizi bağlıyor. Ama neye bağlıyor? İşte bu saçmalıklara, bu belalara bağlıyor.

Dört,beş,on yıl sonra bu saçmalıkların tadını düşünebiliyor musunuz? Belki bizi hayata tekrar bağlamak için bu saçmalar, bu belalar bile birer tatlı anı olacaktır; işte o anda kapınıza dayanan ölüm kurtuluş değil de felaket gibi görünecektir gözünüze.

Sonra düşünün ki, bazıları için hayatın sonu, gün meselesi oluyor.

 

Şu köşeye bakın. Oradaki kadını görüyor musunuz?

Ah, göremediniz. Saklandı!

 

Sessiz Müşteri: Kimdi bu?

 

Ağzı Çiçekli Adam: Görmediniz mi? Saklandı.

 

Sessiz Müşteri: Bir kadın mı?

 

Ağzı Çiçekli Adam: Evet, karım.

 

Sessiz Müşteri: Karınız mı?

 

Ağzı Çiçekli Adam: Beni gözlüyor, uzaktan. Git tekmele diyor şeytan. Boşuna ama. Tekmelendikçe sırnaşan kancık köpeklerden farkı yok. Bu kadın benim için neler çekmiştir, bilemezsiniz. Yemeden içmeden kesildi. Hep peşimde böyle, gece gündüz, uzaktan uzağa izliyor beni. Başörtüsünün, giysilerinin bir tozunu bile silkelemiyor artık. - Kadına benzer yeri kalmadı, paçavraya döndü. Daha otuz dört yaşında, şakaklarına ak düştü. Çok sinirleniyorum, inanın. Üstüne atılıp haykırıyorum bazan, sarsıyorum: "Salak!" diye haykırıyorum. Sesini bile çıkarmıyor. Öyle bakıyor yüzüme, öyle ki içimden gözlerini oymak geliyor. Ne yapsam boş. Peşime takılmak için uzaklaşmamı bekliyor yine.

                  

İşte, bakın... Başını uzattı yine, köşeden.

 

Sessiz Müşteri: Zavallı kadın!

 

Ağzı Çiçekli Adam: Zavallı kadın mı dediniz? Bu kadın benim evde oturmamı istiyor, anladınız mı?  

 

Oturacağım, o bana baksın, anlamsız gevezeliklerine devam etsin, aşkıyla etrafımı sarsın, sevgisiyle her an rahatımı sağlasın... ben? Ben de bekleyeceğim. Hiçbir şey yokmuş gibi, her günki odamda mutfak saatinin tik-taklarını dinleyerek bekleyeceğim. İşte onun istediği bu. Bilmem ki nasıl anlatsam size...

Depremin olacağını önceden bilseydiler, Avezzano ve Mesina evleri, sokakları, meydanları, ay ışığında, belediye yöntemlerine göre dizilmiş olarak uslu uslu durabilir miydiler? Yok efendim, yok! Taş oldukları halde, taş anlıyor musunuz, depremi ve yanardağın evlerini öyle rahatça bekleyemezlerdi. Kaçarlardı.

Yanardağın kızgın lavlarını etrafa fışkırtacağını, depremin evleri üstlerine yıkacağını bilseydiler Avezzano ve Mesina halkı, o gece, her geceki gibi, rahat rahat soyunup, giysilerini dürüp, ayakkabılarını yan yana kapının arkasına koyup, yataklarına girebilir miydiler? Birkaç saat sonra öleceklerini bilerek. Olur mu böyle şey?

 

Sessiz Müşteri: Ama karınız...

 

Ağzı Çiçekli Adam: Müsaade edin! Biraz daha.  Ölüm; garip, iğrenç, korkunç bir böcek olsa ve yoldan geçen birinin yakasına konsa. Siz de onu görseniz. Yolda durdurup: “Afedersiniz, müsaade eder misiniz? Yolunuzu kestim ama üzerinize ölüm konmuş” demez misiniz? Şöyle iki parmağınızı uzatıp onu fırlatıp atmaz mısınız? Ne mükemmel olurdu doğrusu...

 

Fakat ölüm bir böcek değil. Bu gelip gaçenlerin arasında birçokları onu üzerlerinde taşıyorlar, ama görünmüyor. Onun için de korkusuz, rahat rahat dolaşıp, yarınki, yarından sonraki hayatlarını kuruyorlar. Örneğin ben.

 

Biraz gelir misiniz?

Efekt: iki adamın ayak sesleri

Şu fenerin altına gidelim. Orası daha aydınlık.

Bakın, şurda bıyığımın altında, dudağımın üstünde pek hoş duran küçük çiçeği görüyor musunuz? Doktorlar buna ne diyorlar, biliyor musunuz? Oh! Çok hoş bir adı var. Karamela gibi tatlı bir ad. Epithelioma. Söyleyin benimle beraber, siz de tadını duyacaksınız.

“EPITHELIOMA” Çiçeklere takılan adlara da benziyor, değil mi?

Nedir bu biliyor musunuz? Ölüm. Geçerken bu çiçeği dudağıma yapıştırıverdi. “Hatıram olsun” dedi. Arkasından da şunu ekledi. “Beş altı aya kadar gelirim.”

Şimdi söyleyin bana: bu çiçek ağzımın içindeyken sakin, sessiz köşemde oturabilir miyim?

Söylüyorum bunu karıma, soruyorum: “Nedir benden istediğin? Öpeyim mi seni yani?” “Evet öp beni” diyor.

Geçen gün ne yaptı biliyor musunuz? Dudaklarını bir toplu iğne ile delik deşik etti, kanattı, sonra başımı iki eli arasına alarak beni ağzımdan öptü. Benimle beraber ölmek istiyormuş.

Herhalde evde oturacak değilim. Vitrinleri seyretmeliyim, tezgahtarların el çabukluğuna hayran olmalıyım...

Çünkü kafam bir an boş kalırsa çevremdeki bütün hayatı yok etmeyi düşünebilirim. Örneğin sizin gibi son treni kaçırmış, hiç tanımadığım birini tabancamı çıkarıp şuracıkta öldürebilirim.

Korkmayın, böyle bir niyetim yok. Şaka yaptım.

 

Kayısı zamanıdır şimdi... Nasıl yersiniz onları? Üzerindeki incecik zarıyla mı? İkiye bölersiniz, biraz sıkınca meyva ıslak bir çift dudağa benzer... Ah! Ne güzel şey...

 

Bana bir iyilik yapın. Yarın sabah erkenden gideceğiniz o küçük köyün istasyonunda trenden indikten sonra evinize kadar yürüyün. Yolda üzerinde pırıl pırıl kırağı parlayan bir demet yeşilliği koparın, koparın ve sayın. Kaç tane ot koparmışsanız o kadar yaşayacak günüm var demektir.

Ama ne olur demet biraz kalın olsun. İyi geceler...

Efekt: Ağzı çiçekli adamın uzaklaşan adımları duyulur...